Gözü Açılmış Bir Türk-10 - - S O N - -







9 - Gözü Açılmış Bir Türk - 9...Yazar : Ahmet Ünal ÇAM






Hulusi beyin elemanlarından
ayrıldıktan sonra, Sami ile birlikte bir arkadaşının evine geçmişti. Şifreli bir
kapı çalıştan 2-3 dakika sonra eve girmişlerdi. Ev sahibi, duruma alışkın
gibiydi. ‘Hoş geldiniz / hoşbulduktan’ başka söz konuşulmadan, kendilerine
gösterilen odaya çekilmişlerdi bile.



         Hulusi bey;



         -Sami, gazeteye makale gönderecek misin ?



         -Çok yorgunum. Gazeteye yedek makaleler bırakmıştım. ‘Sorun çıkar da
yazı gönderemezsem, bunlardan yayınlayın’ diye.



         Hulusi bey, fakir gecekondunun perdelerini aralayıp, gayri ihtiyarı
karanlığı süzdükten sonra;



         -Bu geceki sorgudan umarım faydalanmışsındır.



         -Faydalıydı ama aklımda bazı ayrıntılar kaldı. Mesela ses kaydı olan
kasedi üst makamlara iletecek misiniz ?



         -Kaset mi ! kaset çoktan imha oldu.     



         -Hadi canım, kim imha etti.



         -Günümüzde kaset zaten delil kabul edilmiyor. O kaseti dinlediğimiz
kaset çalar da, dinlerken silme işlemi de yapan bir kaset çalardı. Yanlış
kişilerin eline geçerse inha işi de yapsın diye bunların içine konuyor. Eğer
normal hedefine varsaydı, bu kaset çalardan çıkarıp, başkasında dinlerlerdi.



         -Siz niçin öyle yapmadınız ?



         -Bu eylemden geriye hiçbir şey kalmaması bizim için de önemliydi de
ondan. Bu eylemden kendi örgütümüzün de haber yok, bu bir. Kasetin açıklanması
sonuç vermez, kolayca yalanlarlar ama kaseti ele geçirenleri aramak için bir
operasyon da başlar. Bunun da çeşitli zararları var ama unutma ki bu eylemi
teröristler yaptı sanmalarını istiyoruz.



         -Aklıma takılmadan bir şey sorabilir miyim ?



-Sor.



-Bizi sorgusuz evine alan ev
sahibi kim ?



-Hadi hayırlı uykular.



-Cevap vermediniz.



-Sorabilirsin dedim, cevap
veririm demedim ki.



-Aha !  anladım. Ha bu arada
aklımdayken, son haberi izlediniz mi ?



Hulusi bey, yatağında
hafifçe dönüp, Sami’ye baktı;



-Önemli bir şey mi var ?



-Bilmem, ben de izlemedim.



Hulusi bey, Sami’nin
yüzündeki yaramaz çocuk gülümseyişine baktı. Böyle zor bir günden sonra, bir
gülümseyişin bile ne kadar ihtiyaç olduğunu düşündü.




***                                              
***                                    ***



Sabah kahvaltı için
uyandırıldıklarında, Sami evdeki mistik havayı fark edebildi. Salona
geçtiklerinde, yaşlı bir teyze köşede namaz kılıyordu. Kendilerine kapıyı açan
adam, bir koltukta oturuyordu. Hulusi bey, yanına doğru yürüyüp, elini sıkınca,
koltuğun yanındaki takma bacağı gördü. O da yanına yürüyüp, elini sıktı. Hulusi
bey;



-Bilgiler aranızda kalması
ricasıyla tanıştırıyorum. Gazeteci Sami bey, askerlikten arkadaşım, vatansever
dostum Recep bey.



Teyze namazını kılmıştı,
elini öptüler, teyze dudağındaki dualara ara vermeden, bir kenara geçip tespih
çekmeye başladı.



Kısa bir tanışma faslından
sonra, Recep bey , Sami’nin merakını gidermek için ;



-Askerde mayına bastım.



Hulusi bey, Recep beyin
doğrudan konuya girmesine alışmıştı. Aynen o da devam etti.



-Recep ile mahalleden de
arkadaştık, beraber büyüdük. –elini Recep’in sırtına hafifçe vurarak -  Az
dayağını yemedim.



Yüzlerde dolaşan bir
gülümseyişten sonra, Recep ;



-Canım sana dövüş sanatı
öğretiyorduk.



-Abi, dövüş mü, dövülüş mü ?



-3 ay büyüğüz diye abi
demeyi bırakmadın gitti.



-Gençliğimizde neysek oyuz
biz abi. Dövsen de sesimizi çıkarmayışımız boşuna mı ! Yoksa, senin sırtını yere
yapıştırırım.



Sami’ yaşlı teyzenin
dudağındaki buruk acıyı görmüştü. Recep’in, Hulusi’nin şakalarına alışkın olduğu
belliydi. Her ne kadar şaka yollu, neşeli bir ortam oluşturmaya çalışıyormuş
gibi görünse de, Hulusi bey ciddileşerek devam etti;



-Recep abi, -kusura bakma
abi, bey demeye alışamayacağım – Recep abi, gençliğinde bizden kuvvette de,
sporda da üstünde, gıpta ettiğimiz bir ağabeyimizdi. Askerden dönünce futbolcu
olacam derdi, bazen de kamyon şoförlüğü hayalleri kurardı. Maalesef ikisini de
olamadı. Aslında maalesef demek de yanlış, hırs etti, üniversiteyi bitirdi.



Recep bey üzgün üzgün
kafasını salladı;



-Üniversitede bölümü 2.likle
bitirdim. Çalıştığım yerlerde de çok başarılı oldum ama o mayın her yerde
karşıma çıktı. Görevde yükselme sınavlarının nerdeyse hepsinde “Bedenen sağlıklı
olması” diye bir maddeyi, ne yapıp edip ekliyorlardı.



Bu sırada eşi olduğu
anlaşılan bir bayan yanlarına gelmişti, ‘Hoş geldiniz’ deyip kahvaltıya buyur
edince, Recep bey konunun kapandığına sevindiğini belli eder şekilde ayağa
kalktı. Takma bacağa değil de, yandaki bastona uzandı.



-Benim hayat hikayem karın
doyurmaz, hadi sofraya buyurun.



****



Sofraya geçtiler. Yemek
yerken yaşlı teyze derin bir iç çekti, kaşığını zor götürdü ağzına. Recep bey;



-Anacığım ne oldu yine, neye
canın sıkıldı ?



Teyze, peçeteye uzanıp
gözünü sildikten sonra;



-Kurtuluş savaşını yaptık, o
sıkıntıları bir daha yaşamayız derken, gavurlar yine durmuyor. Türk’ü Kürdü
birbirine düşürüyor.



Sami, Kürt kelimesi geçince,
bir an Hulusi beye baktı. Göz göze geldiler. Sami teyzenin Kürtler aleyhine bir
söz söyleyeceği ve Hulusi beyin kırılacağı endişesindeydi ama Hulusi bey rahat
görünüyordu. Teyze devam etti;



-Görmüyon mu oğul, Ankara’da
garibanlara bomba attılar, Diyar-ı Bekir’de attılar. Gencecik o masumlara nasıl
kıydılar.



-Eee… biz ne yapalım ana,
Allah…



-Bela anma oğul, nimetin
başında.



-Yok bela değil, Allah
cezalarını versin, bu kardeş kanı dökenlerin de döktürenlerin de…



Hulusi bey, teyzenin
ellerini üstüne hafifçe dokundu;



-Sen yemeğini ye teyze,
elbet uyanacak bu millet.



-Ben yiyeyim de, o gencecik
çoluk çocuğun annesi-babası yiyebiliyor mu ki ? O bombaları atanlarda hiç mi
vicdan yok, içinde hiç mi insanlık yok.



Bir süre susup,
boğazlarından lokmalar zor geçe geçe devam ettiler. Recep beyin hanımı pencereyi
açtı, bahçedeki ağaçtan kuş sesleri içeri doluştu. Önceden arttığı belli olan
bulguru pencere önüne itekledi. Bir iki dakika içinde kuşlar gelmiş, yemeye
başlamışlardı bile.



****



Yemekten sonra çaylarını
bahçede içmeyi teklif etti Recep. Hulusi bey, kısa bir kararsızlıktan sonra,
kabul etti.



Recep bey;



-Emekliliğim yaklaştı ya,
gençliğimde büyük babamdan öğrendiğim Osmanlıcayı ilerletmek için kursa gitmeye
başladım.



Sami;



-Arapça’yı veya Kuran dilini
mi demek istediniz?



-Hayır, Osmanlıca’yı. Tarihe
merakım yüzünden, Üniversitedeki bir abiden öğrenmeye başlamıştım. Epey
öğrendiğim halde yıllarca kullanmamıştım. Geçenlerde arşivde Osmanlıca belgeleri
görünce yeniden heveslendim.



-Milli Kütüphanede mi
çalışıyorsunuz ?



-Yok Tarih kurumundayım.



Sami gülümseyerek;



-İzninizle başka tahminde
bulunmayım, ne desem tutturamıyorum. Ama içinde tahmin bulunmayan bir soru
sorabilirim sanırım. Ne tür faydalarını gördünüz ki ?



-Osmanlı arşivleri önemli.
Ermeni yalanları için de önemli, Osmanlı’nın hükmettiği ülkelerdeki sorunlar
için de.



Hulusi bey;



-Belki gazetelerden gözünüze
çarpmıştır. Libya’nın kıta sahanlığı hakkında bir sorun vardı. Denize doğru
önemsiz bir adanın mülkiyeti deniz sınırlarını genişletiyor diyeydi sanırım. ABD
o ada parçasının Libya’nın olmadığını, dolayısıyla Libya deniz sınırının çok
daha geride olduğunu iddia ediyordu.



-Kardak adaları gibi değil
mi ?



-Aslında ayrıntıyı çok da
iyi hatırlamıyorum ama sonuçta Türkiye’den sunulan Osmanlı belgeleri Libya’nın
haklılığını ortaya koymuştu ve ABD’de bize çok bozulmuştu.



-Yine ABD ha. Nerde sorun
varsa, orda ABD.



-Osmanlı belgeleri hâlâ
günümüzü aydınlatıyor. Arşivlerde, ABD’deki Ermenilerin doğu illerimizde devlet
kurmak için cinayetler işlenmesi gerektiği yazılıyor.



Sami, gayri ihtiyari “Yok
daha neler!” deyince, Recep, bey kitaplığına uzanıp, not aldığı kağıtları,
belgelerden çektiği fotoğrafları gösteriyor.



Sami;



-Siz bu işe ciddi kendinizi
vermişsiniz. Fotoğraf filan.



-Birkaç ay görev değişikliği
içen başvurdum. Osmanlı’ca sınavını geçip, arşiv tasnifleye geçtim. Tasnife de,
micro film çekmeye de bakıyoruz arkadaşlarla. Bazen önemli bulduğum belgelerin
fotoğrafını kopyalayıp bilgisayarıma getiriyorum. Evrak filan araması arada
yapıyorlar da, hafıza kartına bakma alışkanlığı yok. Gerçi ben de öğrenmek için
kopyalıyorum, zararlı bir iş için değil ama yine de yasak tabi. Neyse, şu belge
fotoğrafına bakın, ABD’de 1893’de çıkan Haik adlı bir gazeteden bahsediyor;
“'ERMENISTAN ADIYLA BIR EYALET TESKILI ICIN  ERZURUM, VAN VE DIYARBAKIR
VILAYETLERINDE CINAYET VE MEZALIM YAPILMASI …”  diyor. Öbür belgede, çeteler
destek olmaması için, bölgeden sürgün edilecek Ermenilerin, Kafkaslara sürgün
edilmesi tartışılıyor ve Talat paşa “Rusya ile çıkacak çatışmalarda, sürgüne
göndereceğimiz Ermenilerin iki ordu arasında kalıp, zarar görme ihtimali
olduğundan Kafkaslara değil, güneye sürgün edilmeleri daha uygundur” diyor.



-Osmanlı belgeleri bu kadar
önemliyse iyi korunuyordur sanırım.



-Cumhuriyetimiz yeni
kurulurken bazı … neyse hak ettikleri kelimeleri söylemeyim. Bazı cahiller,
“Osmanlıdan bir şey kalmasın’ diye belgeleri hurda fiyatına Bulgarlara satıyor.
Bulgarlardan bir okumuş adam, bunların sıradan hurda kağıt değil, resmi
evraklar, tarihi belgeler olduğunu fark edip kurtarıyor, depolara kaldırtıyor.
Sonra… sonra…



-Evet ?



-Sonrası da oldukça acı,
cahil cühelanın sattığı bu belgelerin önemi zamanla anlaşılıyor, bazı belgeler
ta o zamandan ihtiyaç haline geliyor ve hurda diye sattığımız belgelerin bir
kısmını kıymetli evrak olarak geri satın alıyoruz.



-Sizin söylediğinize göre
‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur’ diyenlerin, ‘Türk’ün en büyük düşmanı
kendisidir’ sözünü de ezberlemesi gerekiyor gibi.



-Ne yazık ki doğru. Fakat
belgeler sadece Ermenistan konusunda değil, daha bir çok yerde alnımızın açık
olduğunu gösteriyor. Bakın bu da yabancı gazeteden çevrilmiş.



Konuşurken Recep beyin
sesinde duygulandığını gösteren bir titreme duyulmuştu. O nedenle çıkardığı
evrakı okuması için Hulusi beye uzattı. Hulusi bey evrakın altına eklenmiş
Türkçe çeviriyi okumaya başladı;



- Reuter Telgraf Ajansı'nın
Çanakkale muhabiri, Londra'daki ajans merkezine savaşın gidişatını anlatırken
insanî boyutu öne çıkan bir haber geçer: "Türkler pek merdane ve soylu bir
tarzda harp ediyor. Bunlardan biri şiddetli ateş altında olduğu halde
askerlerimizden birinin yarasını sarmak gayretinde. Diğeri yaralı bir
Avustralyalı askerin yanına bir şişe su bırakarak insanî bir harekette
bulunuyor. Mert Türk askerlerinden bir başkası İngiliz siperlerinden uzak bir
mevkide yaralı düşüp saatlerce aç ve güçsüz kalan İngiliz askerine ekmek vererek
yüce bir davranış gösteriyor. Türklerle çarpışan İngiliz askerlerinin hemen
hepsi Türkler tarafından İngiliz esirlere iyi muamele yapıldığı konusunda hem
fikir."



Recep beyin uzattığı başka
notu okudu;



-İhtilaf Devletleri’nin
yasak kimyasal bombalar ve domdom kurşunu kullandığı tespit edildi.



 Çanakkale savaşına gidip,
şehit olan öğrenciler nedeniyle 1921 yılına kadar kadar İstanbul Tıp Fakültesi
hiç mezun vermemiştir.



Recep bey, daha fazla
dayanamayıp, belgelerin fotokopilerini toparladı, kitaplığına kaldırdı. Kaset
çalara bir kaset koydu. Sami, ortamdaki hüznün dağılması için, neşeli bir müzik
dinleyeceklerini sanmıştı. Recep bey;



-Hulusi bey, bu kaseti
sadece siz geldiğinizde dinliyorum. Sözlerini anlamasam da, hüzün kaplıyor
içimi.



Sami, müziğe kulak
verdiğinde ‘Gönül Yarası’ filminde duyduğu ‘
İncir
ağacısın gam götürensin

müziğini fark etti. Aynur Doğan’ın sesi odayı doldurduğunda, Hulusi bey
gözlerini yere dikip uzaklara dalmıştı bile.




***                                            
***                                              ***



Evden çıkmadan haber
kanallarını tekrar izlemişler, konsolosla ilgili bir habere rastlamamışlardı.
ABD konsolosu kaçırılıp, sorgulandığını basına duyurmamıştı anlaşılan.



Sami;



-Niçin duyurmadı sizce ?



Hulusi;



-Çeşitli sebepleri olabilir.
Bu duyurulur ve kısa sürede intikamını alamazlarsa, ABD kendini küçük düşürülmüş
görebilir. Biliyorsun ki bazen hedefleri vururken, bahanesini ancak duyururlar,
hemen intikam aldı desinler, bizden korksunlar diye.



-Bahanesini mi ?



-Bazen gerçek bir intikamdır
bu, bazen de aslı olmayan bir intikamdır ki, haklı görünmek için öldürdükleri
kişilere suçlar uydururlar. İkinci sebep, bizim terörist olduğumuza inanmadılar
ya da teröristlerin yönetiminden doğrulama istediler, onlar da ‘haberimiz yok’
deyince, kim olduğumuzu bulamayıp, şimdilik üstünü kapattılar.



-Bunlar ne biçim insanlar ?



-Bunlar dedin de, üçüncü
sebep de, kendi içlerinde de birlik yok ve bazı olayları içlerinde de rahat
tartışamıyorlar.



-Bunu anlayamadım ?



-Hulusi bey, elindeki
gazeteyi uzatarak;



-Ülkemizin teröristlerle
masaya oturmasını isteyen Irak sorumlusu generallerden biri istifa etmiş. Yani
ABD’lilerden de hem terörist yanlısı, hem bizim tarafımızı tutanlar var.



-ABD’nin yanlışlarını,
haksızlıklarını yüzüne vuran belgeselci

Michael Moore’u
hatırladım.



-ABD öyle güçlü hale geldi
ki, zalimliklerine karşı en büyük engel yine kendi içinden çıkabiliyor şimdi.
Başka ülkelerdeki insan hayatı ne kadar önemsizse, sıradansa onlar için, kendi
ülkelerinde en ufak haksızlıkta isyanlar başlıyor.



-Hımm…



-Afganistan’da, Somali’de ,
Irak’ta öldürülen insanları umursamıyorlar ama polis bir genci döverken gizli
kamerayla çekip yayınlayınca ortalığı birbirine katıyorlar.



-İnsanlar adaleti
yorumlarken bile adil davranmıyorlar.  -Gazetedeki başka bir resmi göstererek-
Yıllar önce ilk gördüğümde beni etkileyen bir fotoğraftı bu, siyahi bir öğrenci
bir öğrenci okumak istiyor,  daha önce siyahların giremediği bir okula giriyor
ve ondan sadece ten rengi farklı olan…



-…olması gereken !



-Tek farkı ten rengi olması
gereken ama vicdanlarının, insanlıklarının da farklı olduğu anlaşılan beyaz
öğrenciler onu hakaretlerle kovuyor.



-Ve altına eklenmiş olan
Türkiye’den fotoğraf.



Sami’nin boğazı
düğümlenerek;



-Başörtülülere yapılan
haksızlığın, bir tür ırkçılık boyutuna, okuma hakkını değil, nerdeyse yaşam
hakkını engellemeye ulaştığını gösteren Türkiye’de bir okul ve bağırarak,
kolundan çekiştirerek okuldan kovmaya çalıştıkları başörtülü kız.



- Adaleti, özgürlüğü sadece
kendileri için isteyen zalimler.



-Sadece kendileri için
adalet, sadece kendileri için özgürlük ve sadece kendileri gibi düşünenler
arasında sanal bir demokrasi…



-Ülkemizin kaderi bu Sami.
Bu ülke insanlarından gerçekler saklanıp, yalan bir tarih yazıldı. Haklın neyi
bilmesi gerektiğine karar verip, sadece onu bilmesini sağlayanlar oldu önce,
sonra da daha kötüsü.



-Daha kötüsü mü ?



-Evet, gerçeklerin bir kısmı
gizlendiği gibi, bir de olmamış, yaşanmamış,olaylar da gerçekmiş gibi anlatıldı.



-???



-Az önce yanından
ayrıldığımız Recep bey, senin yanında bahsetmedi. Şimdiki gençlerin yalan
bilgilerle donatıldığını ve birdenbire gerçeklerle karşılaşınca bir tür şoka
girdiğini, kabullenmediğini söyledi.



-Dejavu !



- ??



-Bir filmdeki sahneyi
yaşıyor gibi oldum da. Aynı olayı tekrar yaşadığını zannetmeye ‘DEJAVU’
dendiğini söylenmişti filmde. Matrix diye bir film vardı ya, başrolündeki
karakter Neo da yaşadığı her şeyin bir simülasyon, bir bilgisayar programı
aracılığıyla beynine sunulduğunu öğrendiğinde kabullenmekte çok zorlanmış, isyan
etmişti.



-Şimdikiler doğrusunu
öğrenme gayreti yerine, yanlışını söyleyeni öldürmeyi bile seçiyor.



-“Hayat ne güzel, be yalan
şeydir ve ne güzeldir aldanmak “



-Evet, yalanlarla da olsa
sakin bir hayat istiyor insan bazen.



Sami, düşüncelere daldı.



-Ne oldu ?



-Mavi hapı mı alsaydım
diyorum.



-??



-Filmdeki Neo yaşamına,
yalanlarıyla devam etmesini sağlayacak mavi hapı mı, gerçekler dünyasına
geçmesine yol açacak kırmızı hapı mı alması konusunda kararsız kalmış, sonra
kırmızıyı almıştı. Ondan önce kırmızıyı alan biri ise, gerçekleri öğrenmesine
rağmen pişman olmuş ve maviyle mutluydum en azından demişti.



-Evet, bu konu benimde
zihnimi hep meşgul etmiştir. Öğrenmek acı verir, bilmek acı verir.



-Tabi duygusalsan,
başkalarını da düşünebiliyorsan.



-Başkalarını düşünmeden
yaşayabiliyorsan, zaten insanlığın en büyük özelliklerinden uzaksın demektir.
Fakat bilmeden yaşayabiliyorsan, küçük şeylerden mutlu olabilirsin. Mesela bir
dağ başında, küçük bir bahçemle, tarlamla, hayvanlarımla yaşayabilseydim.
Ülkemize, insanlarımıza oynanan oyunları hiç öğrenmeseydim, anlamasaydım ne
kadar da mutlu olabilirdim diye düşünüyorum. Oysa şimdi içim yanıyor. Yetim
hakkı derler ya, artık hırsızlarda söylüyor, düşünerek hissederek değil. Oysa
ben bir yetim gördüğümde, bir yoksul gördüğümde dişlerimi sıkarak hırsız
politikacıları, bürokratları, iş adamlarını düşünüyorum.



-Ağlayabiliyor musunuz ?



-Boşuna bekleme, benim göz
yaşlarım çoktan kurudu. Ama biliyorum ki hala ağlayabilenler var ve eski bir
siyasetçinin, yabancı diplomata söylediği “Öyle güçlü ülkeymişiz ki, yıllardır,
siz dışardan, bizimkiler de içerden zarar verdiği halde yıkılmadı, dayanıyor bu
ülke” sözü biraz da ağlayabilenler, dua eden temiz kalpliler, dürüstler
sayesinde bu devlet sallansa da yıkılmayacağını düşündürüyor bana.



-Uydurma bir tarihten söz
etmiştiniz.



Gazetenin önüne gelmişlerdi.
Hulusi bey ;



-Benim bir saat kadar işim
var, siz de gazetede işlerinizi yazılarınızı halledin, buluşur konuşuruz.



-En azından ana hatlarını
söyleseniz, ben çatlarım.



-Pekala, Kazım Karabekir,
Çerkez Ethem, İsmet İnönü, Adnan Menderes desem. Bizi geride bırakan ihtilaller
desem. 27-Mayıs, 28 Şubat desem.



-Açıkçası, Türkiye’de mutlu
azınlık gibi, hatta kendi kültürümden uzak batı özentisi biri olarak yaşamaktan
öyle mutluydum ki, nerdeyse sıkıntıdan sorumsuz, kişiliksiz gençler gibi Bağdat
caddesinde araba çarpıştıracak seviyeye düşmek üzereydim. Yani bu konuları ders
kitapları dışında hiç okumadım, araştırmadım. Şeyy… mavi haptan kaldı mı !...



Hulusi bey gülümsedi;



-Siz gazeteye çıkın, işinizi
yapadurun, ben mavi hap içmiş insanlar arasında biraz dolaşayım, sizin için
bakarım.



Sami el sallayıp gazeteye
doğru yürüdü. Tam içeri girmişti ki, büyük bir patlama sesiyle geri döndü. Cadde
kenarında park etmiş arabalardan biri patlamış, yanındaki Hulusi beyin aracına
da büyük hasar vermişti. Koştu, Hulusi beyin başı direksiyondaydı.



-Hulusi amca !



Başını yavaşça geriye
yasladı. Hulusi bey zorlukla;



-Tekrar patlama olabilir,
uzaklaş.



-Beni bırak, seni
kurtarmamız gerek.



Hulusi bey acıyla
kıvranırken, Sami’ye sevgiyle baktı. Boşuna ısrar etmek istemedi.



-Çevrede durum nasıl, ölen
gençler yok değil mi ?



-Yok, sadece patlayan araç
ve bu.



Hulusi bey gülümsedi,
şahadet getirdikten sonra mırıldandı;



-İlk sıcaklık, geçip de kan
uzaklaştıkça konuşamayacağım.



-İyileşeceksin.



-Oyalama beni vaktim az. Bu
konuyu araştırma, bulamazsın, maşanın da maşası vardır. Sen kendi hedeflerine
bak. –Acı acı gülümseyerek- mavi hapı mı arayacaksın.



-Hayır, etkisi geçmesin diye
daha fazla kırmızı hap arayacağım, yani gerçekleri.



-Bana bir şey olursa diye
Hakan’ı tembihledim. Sana ulaşacaktır. Herkese güvenme. Hedef belki de sendin.



Hulusi bey öksürünce,
dudaklarından kan sızmaya başladı.



-Abi konuşma artık,
hastaneye gidelim. Bak ambulans yaklaşıyor.



-Ambulans mı, gözümde bir
güvercin uçuyor, doğduğum yere doğru, Ağrı dağının eteklerine doğru ve
memleketimde barış türküleri Edirne’den Karsa kadar söyleniyor ve uzaktan bir
acı ses “İncir Ağacısı” diyor.



Hulusi bey bir daha
öksürdüğünde hali kalmamıştı, sesi iyice azaldı, zorlukla ;



-Oku-araştır ama unutma
gerçekler tehlikelidir. …artık uzaklaş, …hemen !



Sami bir an alnından öpmek
istedi ilk ve son defa ama yaklaşan polisleri görünce arkasındaki kalabalığa
doğru çekildi. Çevreye baktığında ortam bir mavi, bir kırmızı oluyordu. Sonra
her yer kırmızı oldu.


 


 



Yazan – Araştıran : Ahmet Ünal ÇAM      
ahmetunalcam@gmail.com




http://ahmetunalcam.googlepages.com 



 



----  

1. Sezon Sonu

---





Yorumlar